Aptal bilge!

GELECEĞİ YARATMAK İÇİN MÜCADELE ETMEK YERİNE “EVRENSEL ALFABE” İLE KONUŞMANIN HAKİKATİNE DOKUNURSAK, AKILLANDIRILDIĞIMIZI GÖRÜRÜZ!..

Üzeri küllenmiş (bağımlılıklarımız) “Kor” kökenli “Korku” kelimesi aslında, insanın içinden çıkması için kullanacağı kimyasal bir anahtardır.
Okumanın görmek olduğunu idrak ettiğimizde, korkunun orada olduğunu görür, zihinsel özgürlüğümüze kavuşuruz. Aksi taktirde, biat edenlerden, kölelerden oluruz.
Korku, tüm canlılara ait kimyasal tetikleyen olarak fiziksel bir uyarıcı: “Kaç ya da savaş” gerçeğidir.
İnsan, inandırıldığı (!) düalist bakış açısı ile düşünce haline getirdiği korkuyu kişiselleştirerek ötekileştirmenin temelini atmıştır.
Düşüncenin geçmiş, çürüten bir zihinsel model olduğunu anladığımızda ise yaşamın kendi olduğunu idrak ederiz.

Korkularımız yüzünden, sürekli doğrulama, test etme, deneme-yanılma hayatlar yarattık.
“Bir şeyin doğru ya da yanlışlığı nasıl anlaşılır?” sorusuna, yaşamın vereceği tek cevap; “zamanın olmadığı anda, doğru ya da yanlış diye bir şey de olmaz” olacağıdır.
Bize öğretilmiş doğru ya da yanlış kavramları, sadece, bağımlılık yaratmış inançlarımızın kuyruğuna takılmamızı derinleştirmiştir. Hepsi o kadar.
Günümüzde, ticari sistemlerin en üst makam olarak kabul ettiği CEO, Yönetim Kurulu Başkanı hatta Genel Müdür gibi rol modeller, ülke yönetimlerinin tepesinde oturan Cumhurbaşkanı, Başbakan ve diğerleri… dini terminoloji uydurması, insana yutturulan doğrular olarak kabul edilmektedir!
Oysa, yaşamda doğru ve yanlış ve de yönetici yoktur.
İnsanlar arasında herhangi bir konuda yönetici olmak ise yönetildiğini gösterir.
İnsan, ne kadar çok yönettiğine inanırsa, o kadar çok zihinsel felce uğrar, yönetildiğini göremez.
Kendini inandırdığı subliminal mesajları ile kölesi olduğu talimatlarında beklentileri, hazları, mastürbasyonları yüzünden yaşadığını fark edemez.
Köle olan aslında kendidir.
Yönetmenin hakikatini idrak edemezse, kölelikten kurtulamaz.

Sürekli kendimize soruyoruz; “Ben kimim? Niye buradayım? Ne yapmalıyım?” gibi… oysa, yaşam bu tip sorularla ilgilenmez bile!
Neden mi?
Cevap çok basit; biz insanlar zihnimizi kişisel hale getirmemiz gerektiğine inandırıldığımız için “böyle olması gerekiyor” modelini kabul ediyoruz.
Kişiselleştirdiğimiz dünyalarımızda öyle modeller oluşturduk ki, modellerimizin gerçekliği hakikatin görünürlüğünü örttü, ne yazık ki!
Yaşamın hiçliğinde, evrenin olduğunu anlayamazsak ki, genelde anlamıyoruz, o yüzden de inandığımız dünyaların yıkılması, sistemlerin çökmesi doğal hale geliyor.
İşte o zaman hayatlarımız, hayallerimizle birlikte uçup, gidiyor.

Varsayımlarımız ve kabullenişlerimizin devamı zihinsel olarak gelişmediğimizi gösterir.
Örnek; Neandertal zamanında beyin ağırlığımızın 1.450-1.500 gr.’dan günümüzde 1.438 gr.’a küçülmesi durumu özetliyor. Küçülmenin bilimsel olarak açıklamasına; “sosyalleşme” deniliyor!
Sosyalleşmek, insan öncesi primat dönemine ait yaşam halidir.
Doğanın sezgisel gerçekliğinde “kaç ya da savaş” durumunu güvence altına almak için, gruplar halinde yaşamak, çoğalmak.
Dünya genelinde, insan yaşamına baktığımızda, devletler, bayraklar, güvenlik güçleri ve de ölümcül kanunlar size bir şey hatırlatıyor mu?
Evet.
Tam da şimdi, insanın akıllandırıldığı için bu evrim modelinden farklı bir gerçekliğe yükseltilmiş olmasını fark etmemiz gerekiyor.
…hatta, doğanın bir parçası olmamız ne kadar gerçekse, akıllandırılmış olmamız da o kadar gerçek.
Artık, sezgisel olarak yaşamak zorunda olmadığımızı, primat altyapımızdan DNAmıza müdahale sonrası Sapiens’e dönüştürüldüğümüzü idrak etmeliyiz.
Çevrenin, içimizi tetikleyen olduğunu görmeliyiz.
İçimizin, dışımızı şekillendirdiğini, örnek olduğumuzu bilmeliyiz.
Zihnimizin kişisel bir parça değil, bütüne ait hakikat olduğunu fark etmeliyiz.
Günümüze kadar dünyada 700 milyar insanın yaşadığı ve öldüğü tahmin ediliyor. Ancak, bu sayılar zihnimizin çarpıklığını gösteriyor. Çünkü, dünyada bir insan yaşıyor ve o insan, yaşamın devamı için tohumları ile çevresinde çiçek açıyor.
Deneylerle, testlerle olmadık sonuç çıkarmaya, anlamlandırmaya çalışmadan aklımızı kullanarak yaşamalıyız.
Bunun için de “Evrensel Alfabe” ile okumamız gerektiğini görmek zorundayız!

Hakikat, ışık hızının iki nokta arasındaki hareketi ile değil, iki noktanın aynı anda hareket ediyor olması ile olur.
Gözlem, gözlemci, gözlenen gerçekliğinde karşımızda duran bu hakikat, sürekli kendi illüzyonunu yaratan düalist temelli insan zihninin zaman havuzundan çıkması gerektiği konusunda uyarmaktadır. Günümüzde, ortaya çıkan iletişimsiz ilişki tam da bu yaşananları anlatmaktadır.

Dünya’dan çok uzaktaki bir galaksinin herhangi bir gezegeninde ne olduğunu bilemeyiz ancak, burada an neyse orada da o an, aynı anda kendine ait bir yaşam olarak devam eder.
Bunu görmeliyiz!